Şeffaflığı masal olmaktan çıkarmak…

2018 seçimleri öncesi siyasilerin dillerine pelesenk ettiği sloganlar üzerinden kendilerini akıllı seçmeni
saf gören anlayışın artık sona ermekte olduğunu, yepyeni bir siyaset dilinin öne çıkmakta olduğunu
örneklerle anlatmaya çalışmıştım…
O makalelerin ikincisini de beş yıl aradan sonra yeniden yayınlayarak nelerin değişip değişmediğini
görmenin 31 Mart 2024 seçimleri için sandık başına gidecek olanlar açısından yararlı olacağını
düşünüyorum…
İşte Kasım 2018’ de kaleme aldığım ‘Şeffaflık Masalı ve Gerçekler’ makalesini bu amaçla bir kez daha
paylaşıyorum:
“Şeffaflık ve hesap verilebilirlik ilkeleri” de tıpkı birlikte yönetme gibi günümüzün katılımcı
belediyeciliğinin olmazsa olmazları.
Bu nedenle siyasi görüşleri birbirinin zıddı pek çok adayın bu üç ilkeyi diline pelesenk ettiğini
görüyoruz.
Oysa tıpkı birlikte yönetme ve katılımcılık gibi şeffaflık ve tamamlayıcısı olarak kabul edilmesi gereken
hesap verilebilirlik temelinde dünya görüşü, inanılan pek çok evrensel değere doğrudan bağlı…
Demokrasiyi benimsememiş biri, katılımcılığı ne kadar içselleştirmiş olabilir ki?
İçselleştirilemediği içindir, seçimlerden önce kampanya boyunca “KENTİ BİRLİKTE YÖNETECEĞİZ”
diyenlerin gerçek yüzleriyle (bir iki istisna dışında) koltuğu kaptıktan sonra tanışıyoruz…
Tanıştıktan sonra da iş işten geçiyor. Bırakın sokaktaki vatandaşı, kendisini oraya taşıyan insanlarla,
kadrolarla bile yollarını ayırma gereği duyuyor çoğu aday…
Adaylık ve kampanya dönemi boyunca cep telefonunu önüne gelene veren ve “BU TELEFON 24 SAAT
AÇIK OLACAK” diyenlerin hangisine seçimlerden sonra kaç kişinin ulaşabildiğini sormaya gerek var
mı?
Seçilmeyenler zaten arazi oluyor, seçilenlerse en az 10 farklı telefon kullanmaya başlıyor. Ve genelde
kampanya dönemi açık olan o telefonlara seçimlerden sonra; özel kalem, danışman, sekreter, koruma
vs. gibi pek çok farklı unvanına kavuşan kişiler telefonun gerçek sahibi yerine cevap veriyor.
Başkanlar da haklı, her şey onlardan sorulduğu ve istendiği yetmezmiş gibi, kendileri de her şeyden
anladıkları ve her şeye müdahale etme ihtiyacı duydukları için işleri başlarından aşkın. Bu durumda
gelecek olan ve çoğu da Belediyeleri ilgilendirmeyen sayısız taleple nasıl baş edecekler?
Bu nedenle çoğu telefonunu kapatıyor, ya da yanıtsız bırakacak uygulamaları keşfediyor…
Daha insaflı olan ve geleceği düşünen akıllılarsa, “BAŞKAN ŞU AN TOPLANTIDA, SORUNU BANA
SÖYLEYİN, KENDİSİNE İLETECEĞİM” gibisinden ‘yarım elma gönül alma’ babından yöntemlere
başvuruyorlar.
Şeffaflık ve ona bağlı olarak hesap verebilirlilik diğer ilkeler gibi demokrasinin kurumsallaşmadığı
ülkelerde hatta yörelerde seçilen kişinin anlayışına, kendisinin belirlediği sınırlara bağlı…
Demokrasinin olmazsa olmazı bu ilkelerin kurumsallaşması adına AB ile uyum çerçevesinde 2003
yılında çıkarılan Bilgi Edinme Kanunu bir devrim niteliği taşımaktaydı.
Kanunun hayata geçmesinden sonra pek çok kamu kurumu gibi belediyelerin de önceleri ciddiye
almadıkları, talepleri küçümsediği bir bocalama dönemi de yaşandı.

Ama o kanunun hayata geçtiği güne kadar burnundan kıl aldırmayan belediyeler dâhil devletin her
kademesindeki bürokrasinin bir süre sonra yelkenleri suya indirdiği görüldü.
İndirmeyenlere de, Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu hadlerini bildirmede hayli etkili oldu.
AB ile tam üyelik sürecinde işlerliği güçlü olan, vatandaşın haklı bilgi edinme taleplerine bürokrasinin
ve yerel yönetimlerin yanıt vermemesini hoş görmeyen, yargıya başvuru yolu dâhil, yasal yaptırımlara
bağlayan o süreç bugün eski heyecanını yitirmiş gibi görünüyor.
Örneğin vatandaşın Belediyelerden istediği kimi bilgilere “TİCARİ SIR” zırhı büründürenler var ve
özellikle belediye iktidara yakınsa, hiç kimse “KAMU KURUMUNUN TİCARİ SIRRI MI OLURMUŞ?”
sorusunu sormaya cüret! edemiyor…
Oysa Türkiye’ nin bugün farklı kulvarlara savrulmuş olması, dünyada demokrasinin yerelden başladığı
gerçeğini değiştirmiyor.
Yerel demokrasinin özünü ise sizin vergilerinizle size hizmet verenlerin, paranızı nasıl harcadıklarını
sorgulamanız, birey olarak denetlemeniz oluşturuyor.
Hesap sorma mekanizmalarının zayıflatılması, AB sürecinden uzaklaştıkça artık kanıksadığımız
yozlaşmanın bir başka tezahürü…
Burada yerel yönetimlerin ve o yönetimlere aday olup bizden oy isteyenlerin vaatleri, dünya
görüşleri, demokrasiyi hangi ölçüde içselleştirdikleri önem kazanıyor.
Özellikle de şeffaflık, hesap verebilirlik gibi ilkeler kişilerle kaim olmamalı, kurumsal işleyişe
kavuşturulmalı…
Örneğin bugün kimi Belediye internet sitesine, kimisi de Belediye giriş kapısına günlük gelir ve gider
tablosunu asıyor ama hangi kişiyi hangi vasıflara göre, hangi yöntemlerle işe aldığı, hangi işi kime
hangi kriterlerle verdiği, hangi ihale şartnamesine hangi maddeyi neye ve kime göre koyduğu, hangi
imar değişikliğine kimler için ve ne amaçla ön ayak olduğu sorularının yanıtı meçhul…
Oysa pek çok Başkan halk günü adı altında etkinlikler düzenliyor. Bu etkinlikleri dert dinleme
seanslarından, şov olmaktan çıkarıp halk meclisleri hüviyetine dönüştürmek, bu toplantılarda o ay
yapılanları katılımcılarla paylaşmak, bir sonraki ay yapılması düşünülen projelerle ilgili o projeden
etkilenen sokak, mahalle, semt başta olmak üzere tüm belde yaşayanlarının görüşlerini almak hiç zor
değil…
Tabii böylesi bir şeffaf yönetim tarzı, katılımcılık anlayışını içselleştirmiş yöneticiler, kadrolar için
geçerli.
Bu ülkede ise en demokrat görünen, daha da ötesinde demokrasi aşığı iddiasındaki nice Başkanın
zaman içinde bambaşka bir anlayışa doğru savrulduğu nice dramatik vakayla karşılaştık,
karşılaşıyoruz…
“biz eksenli ” diye yola çıkan onca adayın, seçildikten sonra nasıl “ben merkezli” hale geldiğini bazen
hüzün, çoğu zaman da ibretle izleyerek geçiyor yıllar…
Daha da kötüsü, bu çarpık savrulmaları kader diye benimseyen geniş kitlelerin, siyasete ve siyasetin
kadrolarına, aktörlerine olan güvenlerini yitirmeleri…
O güven erozyonunun geçici mi kalıcı mı olacağını sandıklara gidecek olanların oranı belirleyecek…

Abdullah AYAN